TMMOB Maden Mühendisleri Odası

TÜRKİYE 19. KÖMÜR KONGRESİ AÇILIŞ KONUŞMASI

TÜRKİYE 19. KÖMÜR KONGRESİ AÇILIŞ KONUŞMASI

 

19. Türkiye Kömür Kongresi‘ne hoşgeldiniz.

Hepinizi 60 yıllık onurlu bir geçmişe ve 14.500 üyeye sahip Maden Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu ve şahsım adına saygı ile selamlıyorum.

Hepinizin de bildiği gibi 13 Mayıs 2014 tarihinde Soma`da meydana gelen bir facia sonucu aralarında 5 maden mühendisi meslektaşımızın da bulunduğu 301 maden emekçisi yaşamını kaybetmiştir.

Odamız tarafından Ankara`dan 5, İzmir`den 2 ve Zonguldak`tan 4 olmak üzere oluşturulan 11 kişilik bir heyet ile facianın meydana geldiği Soma`ya aynı gün intikal edildi. Yerinde yapılan gözlemler sonucu görsel ve basılı medyaya aracılığı ile kamuoyu facia hakkında doğru ve objektif bir şekilde bilgilendirilmeye çalışıldı. Odamız görevi olan kamuoyunu bilgilendirmeyi sürdürmeye devam ederken facianın da takipçisi olacağımızı belirtiriz.

Facianın hukuki süreci başlamış olup bu faciada ölen yada ölemeyen, desteğe ihtiyacı olan tüm üyelerimize medya aracılığı ile de duyurduğumuz gibi, gereken destek Odamız tarafından sağlanacaktır.

Saygıdeğer delegeler;

Soma`da yaşamını kaybeden 5`i maden mühendisi 301 emekçisinin nezninde Zonguldak Karadon, Kozlu ve Armutcuk`ta, Afşin-Elbistan`da, Dursunbeyli`de, Kemalpaşa`da Gediz`de, Ermenek`te ve sayamadığımız pekçok yerde meydana gelen iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden meslektaşlarımızı ve maden emekçilerini saygıyla anıyor yakınlarına ve tüm halkımıza başsağlığı diliyoruz.

Ülkemizde meydana gelen bu tip kazaların ortak yönleri incelendiğinde özelleştirme ve taşeronlaşma uygulamalarından başlayan politikalar ile yanlış proje uygulamaları ve havalandırma sistemleri ile yanlış ve yetersiz denetim sistem ve uygulamalar olduğu gözlemlenmektedir. Maden Mühendisleri Odası olarak bugüne kadar yaptığımız gibi bugünden sonra da sektörün sorunlarının çözümü için bilimsel ve teknik çalışmalar yürütmeye devam edeceğiz. Ancak siyasi iktidarı çalışmalarımıza kulak vermeye ve raporlarımızı tozlu raflara kaldırmamaya davet ediyoruz.

Buraya ülkemize, halkımıza, sektörümüze ve meslektaşlarımıza aydınlık bir gelecek için yerin yüzlerce metre altından aldığımız enerji ile bir ışık tutabilmek için yaptığımız bilimsel çalışmaları aktarmak için geldik ve yaşadığımız bu acılara rağmen bu çalışmalarımıza devam edeceğiz.

Ülkemiz 91 yıllık yaşamı içerisinde yaşadığımız döneme benzer dönemleri ve sorunları sürekli olarak yaşamıştır. Bu dönemin 60 yılına ortak olan Odamız da bugün olduğu gibi sürekli olarak gündeme ve süreçlere müdahil olmuş ve mesleğinin ve meslektaşının sorunlarını ülke sorunlarında ayrı tutmamıştır. Üretmiş olduğu görüş, rapor ve politikalarla madencilik sektörüne öncülük etmiştir. Bu çalışmaları burada bulunan bilim insanları ile aydınlık yüzlü meslektaşları ile gerçekleştirmiştir.

1640 Sanayi devriminden bu yana üretimin en temel unsurlarından biri olan enerji, önemini artarak sürdürmektedir. Bugün, dünya nüfusundaki artış ile uluslararası ekonomik ve siyasi rekabet enerji ve enerji kaynaklarını son derece önemli bir noktaya taşımıştır. Büyük emperyalist devletler egemenliklerini korumak ve geliştirmek için enerji kaynakları üzerindeki denetimlerini artırmaya çalışmaktadırlar. Böylece hem rakip devletleri baskı altına almakta, hem de geri bıraktırılmış ülkelerdeki ekonomik ve siyasi etkilerini artırmaktadırlar.

Bu durum dünyayı tehlikeli bir dönemece doğru ilerletmektedir. Son yıllarda yaşanan gelişmeler daha önce yaşanmış iki dünya savaşı öncesi koşulları anımsatmaktadır. Bugün uluslararası diplomasinin yerini askeri operasyonlar bölgesel savaşlar almıştır. Yakın dönemde yaşanan, çeşitli sahte bahanelerle, önce Irak`ın ardından Afganistan`ın ABD tarafından işgali, Kafkaslardaki çatışmalı durum, Kuzey Afrika`daki kimi rejim değişiklikleri bu durumun somut göstergeleridir. Açıkça görülmektedir ki, emperyalist devletler enerji kaynaklarını kendi denetimleri altında tutma, denetimlerinde olmayan kaynakları da denetimleri altına alma çabasını artarak sürdürmektedirler.

Giderek daha açık bir şekilde görülmektedir ki, enerji kaynakları üzerinden ülkeler yönlendirilmekte, ekonomi politikalarına yön verilmekte, devletlerarası bloklar oluşmakta siyasi gerilimler artmaktadır. Enerji kaynakları siyasi hegemonya kurmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.

Bu durum özellikle geri bıraktırılmış ülkelerin enerji politikalarını oluştururken son derece dikkatli davranmaları, kendi öz kaynaklarını temel alan, toplumsal çıkarı göz önünde bulunduran, akılcı ve planlı enerji politikaları benimsemelerini gerekli kılmaktadır. Ancak dünya genelinde emperyalist devletlere bağımlılık ilişkisi içersinde iktidarda bulunan siyasi güçler, böylesi enerji politikaları oluşturmanın çok uzağındadırlar.

Ülkelerin kendi çıkarlarını gözeterek oluşturacakları enerji politikalarında kömürün yeri ayrıdır. Dünya yüzeyine görece adil dağılmış olması, üretilme kolaylığı, ucuzluğu gibi nedenlerle kömür, birçok ülke için en temel enerji kaynaklarından biri olmaya devam etmektedir. Alternatif kaynaklara ve küresel ısınma tehdidine rağmen günümüzde dünya elektrik üretiminin % 41‘i kömüre dayalı termik santrallerde yapılmaktadır.

Bu durum ülkemiz için de geçerlidir. Benimsenmesi gereken enerji politikasında kömür kaynaklarına özel bir önem verilmelidir.

Ülkemiz, bugün itibarıyla 12 milyar ton linyit ve yaklaşık 1.2 milyar ton taşkömürü rezervine sahiptir. Linyit rezervlerimizin çok büyük kısmı elektrik enerjisi üretilmesinde kullanılabilecek durumdadır. Bu alanda, planlama yapılarak sanayinin ana girdisi olan elektrik enerjisinin ucuz, güvenilir ve sürekli üretimi sağlanabilecekken, yanlış politikalar ve uygulamalarla ülkemiz enerji arz güvenliği açısından sorunlu hale getirilmiştir. Uygulanan yanlış politikalar sonucunda ülkemizin "enerji bağımsızlığı" kavramından oldukça uzaklaştığı görülecektir

Ülkemiz, enerji kaynakları bakımından şanslı bir ülke değildir. Tüm çabalara karşın, petrol ve doğal gaz rezervlerimiz enerjide dışa bağımlılık sorununa çare olabilecek düzeyde geliştirilememektedir. Mevcut su kaynaklarımız büyük ölçüde kullanılmış durumdadır. Jeotermal, rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir kaynaklar ise mevcut maliyet düzeyleriyle enerji talebine ancak sınırlı bir katkı yapabilmektedir.

Bu durumda, ülkemizin enerji güvenliği sorununa en gerçekçi çözüm olarak yerli kömür rezervleri karşımıza çıkmaktadır. Bugün, ülkemizin enerji üretiminin yarısından fazlasının kömürden gerçekleştirildiği düşünüldüğünde, bu husus daha da önemli hale gelmektedir.

Bununla beraber, toplam enerji tüketimimiz içerisinde yerli kömürün payı, dünyadaki genel eğilimin tersine azalmakta. Kömür üretimimiz son on yılda miktar bazında yüzde 30 ve ısıl değer bazında yüzde 45 oranında artmış olmasına karşın, yerli kömürün toplam enerji tüketimini karşılamadaki payı giderek düşmektedir.

Yerli kömürün birincil enerji arzı içerisindeki payı 1990`lı yıllarda yüzde 20`lerin üzerindeyken günümüzde yüzde 15`in altına inmiştir. Aynı dönemde, yerli kömürün elektrik üretimindeki payı ise yüzde otuz beşlerden yüzde 15`ler düzeyine gerilemiştir.

Mevcut üretim düzeyi ile devam edilmesi halinde, yerli kömürün ülkemiz enerji talebini karşılamadaki payının her yıl biraz daha geriye düşeceği açıktır. Kömür üretiminin günümüzdeki düzeyinden daha yukarılara çıkarılamaması durumunda, yerli kömürün birincil enerji tüketimini karşılama oranı 2020 yılında yüzde 10`un altına inecek ve 2030 yılında ise yaklaşık yüzde 6 düzeyine gerileyecektir.

Dolayısıyla, yerli kömürlerin ülkemiz enerji sektörü içerisinde belirli bir ağırlığının gelecek yıllarda da tesis edilebilmesi, mevcut kömür üretimlerinin en azından üç katına çıkarılması ile mümkün olabilecektir.

Aynı şekilde, günümüzde yüzde 13 düzeyinde olan yerli kömüre dayalı elektrik kurulu kapasitesinin önümüzdeki on yılda toplam kurulu gücün yüzde 20`si düzeyinde olması hedeflendiğinde, 8.200 MW büyüklüğündeki mevcut kurulu güce 13.800 MW kömürlü santralın daha eklenmesi gerekecektir.

Mevcut kömür rezervleri ve üretim kapasiteleri değerlendirildiğinde, söz konusu hedeflerin ulaşılabilirliği konusunda dikkatli olmakta yarar vardır. Enerji ithalat bağımlılığının giderek daha da arttığı bir ortamda, soruna çözüm olması en muhtemel olan yerli kömürlerin 15-20 yıl sonra Türkiye`nin enerji talebinin yüzde 10`unu dahi karşılayamayacak bir noktaya gelmesi riski ciddi olarak karşımızda durmaktadır.

Söz konusu riskin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye`nin enerji ithalat bağımlılığının tahminlerin çok ötesinde bir noktaya gelmesi son derece yüksektir.

Yerli kömürlerimiz enerji üretiminde daha fazla yer almalıdır. Gelişme düzeyi dikkate alındığında, kömürün, temiz kömür teknolojileri yöntemleriyle çevreyle barışık bir şekilde kullanılması olanağı vardır. Mevcut termik santrallerimizin verimli hale getirilmesi, yeni santrallerin planlanması ve kullanılacak teknolojilerin kömürümüzün özelliklerine uygun olarak seçilmesi, kömürün gazlaştırılması gibi olanaklar değerlendirilmelidir.

Ülkemizin gelecekteki enerji güvenliği böylesine tehlike ve tehdit altında iken ve yeni santraller kurulması gerekirken hükümet tarafından özelleştirme politikaları hız kesmeden devam ettirilmesi Çatalağzı, Seyitömer, Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan Termik Santrallerinin kömür sahaları ile birlikte özelleştirilmesi tehlikeyi daha da artıracaktır. Yapılan özelleştirmeler derhal iptal edilmelidir.

Son dönemde hükümet yeni bir maceraya daha girişmektedir. Bu maceranın konusu nükleer santraldir. Enerji verimliliği ve tasarrufu konularında gözle görünür bir başarı elde edilmeden, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarımız ve elbette kömürlerimiz yeterince kullanılmadan, enerjide dışa bağımlılığımızı artıracak böylesi bir seçenek akılcı değildir. Teknolojik gelişmişlik düzeyi son derece iyi olan Japonya`nın 2011 yılında yaşadığı deprem sonrası ortaya çıkan nükleer çaresizliğini hep birlikte izledik. TOKİ gibi bir kamu kuruluşu sorumluluğunda yapılan toplu konutların sel sorunu ve Soma faciası gibi sorunların yaşandığı ülkemiz koşullarında nükleer santral macerası, enerjide dışa bağımlılığın artması sorununun yanında, çok ciddi bir toplum sağlığı ve güvenliği sorunu taşıyacağı açıktır.

Ülkemiz madencilik sektörü Başbakanlığın 2012 Haziran Genelgesi ile durma noktasına gelmiş olup ruhsat taleplerinin % 95`i hiçbir hukuki ve bilimsel gerekçe gösterilmeden reddedilmektedir. Hukuka ve yasalara aykırı olan bu genelge derhal iptal edilmelidir.

Başbakanlık genelgesinin yarattığı sorunları çok iyi bilen ve sektörü anlayan Bakanlık bürokratları dahi siyasi iktidarın yönetim anlayışından dolayı gerçekleri ve doğruları dile getirememektedirler.

Bakanlık bürokrasisi tarafından Başbakanlık Genelgesinin yarattığı sorunları çözüm amacıyla hazırlanan Maden Kanunu tasarısı çözüm yerine sektörün sorunlarını daha da ağırlaştıracaktır.

Soma faciasından sonra değiştirileceği beyan edilen Maden Kanunu tartışılmadan eski haliyle bugün Bakanlar kuruluna sunulacak olup içerisinde Soma faciasına ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu değişiklik ne Soma`nın ne de sektörün sorunlarını çözmeyecektir. Çünkü içerisinde bilimin ve tekniğin uygulayıcısı olan Maden Mühendislerinin görüş ve önerileri alınmamıştır.

Maden kaynaklarımız ne kadar önemli olursa olsun, insanlarımız bütün bunlardan çok daha önemlidir. Bu nedenle her alanda insanı temel alan bir yaklaşım bizim için vazgeçilmezdir. Üretim süreçlerinde insanlarımızın sağlıklarının ve yaşamlarının korunması ilkesel bir konudur. Oysa ülkemiz madenciliğinde iş kazası istatistikleri, madencilik bakımından gelişmiş pek çok ülkeye kıyasla dramatik boyutlardadır.

Ülkemizde her yıl meydana gelen iş kazalarında binin üzerinde insanımız yaşamını kaybetmekte binlercesi ise sakat kalmaktadır. Özellikle son yıllarda, gerek maden üretimi gerekse işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında yasal, yönetsel ve teknolojik gelişmelerin tüm dünyada hız kazandığı, bu gelişmelere paralel olarak kazaların da pek çok ülkede azaldığı gözlenmektedir. Böyle bir dönemde, ülkemiz madencilik alanında iş güvenliği açısından hala ciddi eksikliklerin bulunması dikkat çekicidir. Ülkemiz madencilik sektöründeki kaza istatistikleri incelendiğinde; kaza sonucu ölüm ya da iş göremezlik sayılarının küçük ölçekli kurumsallaşmamış işletmelerde ve taşeron çalışmalarında çok daha fazla olduğu görülmektedir. Dolayısıyla; eski teknolojiyle çalışan işletmelerin iyileştirilmesine ya da kapatılmasına ve taşeron uygulamasından vazgeçilmesine yönelik politikaların, iş kazalarının önlenmesinde etkili olacağı açıktır.

Ülkemiz kömür sektöründe 150 yılı aşkın bir geçmişin birikim ve deneyimine sahip kurumsal yapılar vardır. Bu kurumsal yapıların yıpratılması, özelleştirilmesi ve/veya kapatılması yerine bu kurumsal yapılardaki birikim ve deneyimin değerlendirilmesi hepimizin çıkarına olacaktır.

Çalışma alanlarımızda; insanlarımızın hak ettiği çalışma koşularının ve yaşam düzeyinin sağlanması açısından, kurallı istihdam temel çalışma biçimi olarak kabul edilmeli, buna ek olarak sendikalı çalışma ilişkileri esas alınmalı, sendikalaşma önüne görünür ya da görünmez engellerin konulmasına son verilmelidir.

Ayrıca, esnek ve kuralsız çalışmayı, işçiyi başka işverene kiralamayı, taşeronlaştırmayı yasal hale getiren, kaçak işçiliği özendiren düzenlemeler yerine, uluslararası sözleşme, standart ve normları dikkate alan çağdaş bir "İş Mevzuatı" zaman kaybedilmeden geliştirilmeli, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında akılcı ve etkili stratejiler ortaya konulmalıdır.

TMMOB Maden Mühendisleri Odası olarak; 19. Kömür Kongresinde olduğu gibi yerin yüzlerce metre altından aldığımız enerji ile halkımızı bilimin ışığı ile aydınlatma mücadelemiz yaşamın her alanında devam edecektir.

Bu düşüncelerle, Kongrenin gerçekleştirilmesinde emeği geçen Zonguldak Şube Yönetim Kurulu‘muza, Kongre Yürütme Kurulu`muza, kongremize katılan sektörümüzün öncü kurum ve kuruluşlarına, siz delegeler ile tüm konuklarımıza teşekkür ederiz.

Saygılarımla.

Ayhan YÜKSEL 

Maden Mühendisleri Odası Başkanı 

Okunma Sayısı: 366
Yayın Tarihi: 21.05.2014